“Senfoni Orkestraları hayatın yansımasıdır. Onlara bakınca çok sesliliğe rağmen kendin olmayı, uyumu ve demokrasiyi görebilirsiniz. Senfoni Orkestrası resimlerimle çok sesliliğin önemini vurgulayarak sanatın ve demokrasinin ulaşılabilir olduğunu anlatıyorum “
Suna Özkalan’ı anlatır mısınız?
1936 Kayseri doğumluyum. Genç yaşta yaptığım evlilik nedeniyle lise eğitimini yarıda bıraktım. Çocuklarımın büyümesinden sonra resme 1965 yılında Türk-Amerikan Derneği resim kursları ile başladım. 10 yıl kadar süren bu çalışmalarımda, Lütfü Günay ve Refik Epikman’dan resim, Prof. Lingren’den gravür dersleri aldım. 1968 yılında İmren Erşen, Necla Özbay, Nurtaç Özler, Gülsen Erdoğan ve Sezen Palabıyık ile birlikte kurduğumuz Altılar Grubu’na daha sonra Tayyar Eren ve Lütfü Çetin de katıldı. İlk dönemlerinde uzun süre desen ve nü üzerine odaklandım ve 1970 sonrasında Ankara Altındağ gecekonduları ve özellikle Foça kasabasını tuvallerime aktardım. Son dönemimde Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası provalarını izleyerek resme dökerken bir yandan da Lütfü Günay’la başlayıp kendimce geliştirdiğim soyutlama çalışmalarını sürdürmekteyim. 1987’de başladığım heykel ve gravürlerim ile Ankara Sanat Derneği ve bir çalışmam ile DYO Resim Yarışmalarında başarı ödülü aldım. UNESCO 35 Yaş Yarışması sonrasında eserlerim sergilenmiştir. Yurtta ve yurt dışında 60’yi aşkın kişisel sergi ve kızım Filiz Onat’la ortak sergiler gerçekleştirdim.
Senfoniler Üzerine ne anlatırsınız?
Senfoniler karanlıkta orkestra şefinin üzerine yansıtılmış ışıkla başlar, sahne müziğin seyrine göre aydınlanır. Bu aydınlık önce sahneye, oradan salona yansır. Bu ışık genelde Türkiye’ye sanatseverlere ulaşmasa da, bilirim ki; çok seslilik var. Çok sesliliğin varlığı bana yetersizliğini bile unutturur. Müzikle demokrasiyi birlikte düşünürüm. Demokrasi de müzik de bir takım oyunu, birlikte uyum içinde (harmoni) çalışma ve tek sesin yerine çok sesliliğin egemenliğidir. Çok seslilikte olduğu gibi demokraside de farklı görüşler genel amaç içinde var olurlar, ama hedefe ulaşmak için bir potada birlikte erirler. Orkestra şefinin temel özelliği çok sesliliği bastırmadan orkestrayı yönetmesi ve her müzisyenin uyum içinde çok mükemmel bir performans sergilemesidir. Müzikle uygarlık arasındaki bağlantının değişmez, vazgeçilmez yaşama biçimini kabul eder ve senfoni orkestralarını da bunun yansımasının son noktası olarak görürüm. Orkestra şefinin görevi değişik sesleri bastırmak değil, bu sesleri uyuma kavuşturmaktır. Çok sesli müzik terbiyesi, aynı zamanda senkronizasyonu da öğretir. Türk kültüründe çok sesli müziğin Cumhuriyet döneminde değil Osmanlı dönemi Saraylarından yayılmaya başladığını bilir misiniz? Senfonileri yaşamın tam kendisi olarak kabul ederim ben. Senfoni orkestralarım hayatımın özeti niteliğindedir. Lütfü Günay ile kolaj resme başladım. Bir dönem Altındağ resimleri yaptım. Foça evleri resmi yaptım. Bunlar hepsi benim için bir orkestranın bir müzik aletiydi. Eski resimlerimdeki birikimlerimi senfoni orkestralarıyla bir araya getirip, bir uyum içinde soyut ve figüratif bir dille anlatıyorum.
Sizin resimleriniz neden daha çok kâğıt üzerinedir?
Ben, kendi içimde disiplini olmasına rağmen başkası tarafından zaptı rapta gelemem. Yıllardır sabah erkek kalkarım. Güne hazırlığımı yaparım, kahvaltıdan sonra gazetelerimi okumaya başlarım. Benim okumam pasif değil, yorumlayarak ve özümseyerek okuma olup, notlar alırım. Bu arada sabah haber kuşağından ülkenin ve dünyanın durumunu takip ederim. Zaman gelmiştir. Artık resim yapmalıyım. Aklımdakileri yapana kadar hangi kâğıdı bulduysam üzerine ara vermeden resim yaparım. Bugüne kadar yaptığım hiçbir resmimi beğenmeyerek atmadım. Onlar benim arşivimdir. Zaman zaman onlara bakarak nereden gelip nereye gittiğime bakar ve yol haritamı belirlerim. Bu bazen bir koli kartonu, bazen bir ambalaj kâğıdı da olabilir. Bir arkadaşım henüz çerçevelenmemiş çalışmalarımı incelerken kâğıdın arkasını çevirince “Kasap İbrahim” yazısını okuyunca şaşırdı. Bana “resim tuvale yapılmasa bile kasap kâğıdına yapılmaz” deyince ona “Kasap kâğıdı da, tuval de malzemedir. Esas olan malzeme değil, benim anlattıklarımdır. Resme değil sen kâğıdın arkasına bakmışsın.” Diyerek uyardım. Karton benim için çok değerlidir. Elime geçen tüm kartonları biriktiririm. Bu kartonları birer senfoni orkestrası haline getirmeyi planlarım.
Bazen tek bir kemancıyı, bazen bir viyolonseli, bazen de çok kalabalık bir orkestrayı resmederim. Orkestra şefleri başlı başına yıllarca çalışılsa bile bitmeyecek bir resim konusudur. Her orkestra şefi ayni zamanda bir lider özelliğine sahiptir. Şefin elindeki baton, eli, vücudu ve yüzündeki mimikler onun konuya hâkimiyetini yansıtır. Benim resimlerimde bunu çok net görüp kendinizi bir senfoni orkestrası konserinde hissedebilirsiniz. Tüm bunlardan sadece kâğıt üzeri çalıştığım sonucu çıkmasın. Tuval üzeri çalışmaları da yaparım. Tuval çalışmalarımda çok titiz davranmama rağmen aklımdaki resmi bulana kadar yap-boz tarzı resimler ortaya koyarım. Yapıp bozdukça boya katmanları tuval resmime başka güç katar. Ben senfoni orkestrası resimlerine dünden bugüne yapmadım. Yıllarca konserlere gittim. Başlangıçta şeflerden izin aldım ve provaları izledim. Bu provalarda küçük küçük notlar aldım. Ben beş duyumla resim yaparım. Mutlaka o anı yaşamam gerekir. Kendime ait bir stüdyom yoktur. Tüm resimlerimi evimde yaparım. Resim yaşamın bir parçası olduğu anda ortaya konulmalıdır.
Resimlerinizi ortaya çıkarırken ilkeleriniz nedir?
Hayatımda kavgadan hoşlanmam. Huzur benim için çok önemlidir. Bir konu veya kişiye dair ne söylediğimi merak edenler resmime bakarlarsa ne demek istediğimi görebilir. Resmimde acılarım, üzüntülerim ve mutluluklarım var. Kendimi tuvalle sınırlamamış olmam ve kâğıt ağırlıklı çalışmam nedeniyle çok çalışmam bulunsa da, ortaya çıkan çalışmamı evimde tutmam ve en kısa sürede çalıştığım galeriye gönderirim. Benim resimlerim benim için değersiz olup, esas olan resimlerimde yarattığım ruhtur. İzleyicinin resmimi anlamayacağı endişesiyle hala resimlerimden utanırım. Biri resmimi beğendiğini söylerse ancak o resme daha dikkatli bakarım. Tüm resimlerim benim için eşit olup, yazmadıklarımı yazdığım ve söyleyemediklerimi söylediğim özgürlük alanlarımdır. Tüm okuma ve izleme çalışmalarım sonucunda bana giren tüm bilgiler resim olarak ortaya çıkar. Tek işim okumak, öğrenmek, özümsemek ve resim haline getirmektir.
Yaklaşık sekiz ay Foça ve dört ay Ankara’da yaşayan bir sanatçı olarak gününüz nasıl geçiyor?
Planlı bir hayatım olması nedeniyle sanat için zaman sıkıntım olmaz. Sanat çalışması üretmek için okurum veya sanat çalışması yaparım. Yoğun çalışmazsanız, sanatı özümsemezseniz sanat eseri üretemezsiniz. Sanat heves değildir. Her insan gibi zaman zaman programda aksamalarla baş başa kalırım. Bu programsızlık sanat çalışmalarımı etkilerse sağlığım bozulur, biraz sinirlenirim ve en kısa sürede kendimi çalışmama atınca eski halime dönerim. Hayatımın planlı olmasına rağmen resim yapma konusunda hiç planım bulunmamaktadır. Kendimi oldukça özgür bırakır ve oyun gibi başlarım. Bu beni özgünlüğe götürür. Hiç bir zaman, çevremdekiler beğense bile aynı resmi kesinlikle bir defa daha yapmam. Kendini tekrar eden kendi bile olamaz.
Sanat neden hayatın içinde olmalıdır?
İnsanlar sanata ulaşmazsa bizim yaptığımız sanatın ne anlamı olur. Foça’da arkadaş olduğum kişi ev yaptırmış. Ben de hayırlı olsun için randevu alarak bir akşam ziyarete gittim. Genelde bu tür ziyaretlere kocaman paketlerle gidilir. Ben çantamdan bir resim çıkardım. Evde bir sevinç çığlığı koptu. Ev sahipleri beyaz badanalı, mavi pencereli ev yaptırmışlar, ama benim o evin yapımını gözleyip onlara için beyaz badanalı ve mavi pencereli bir ev resmi yapacağımı tahmin edememişlerdi. Sanat ulaşıldıkça güzeldir.